Tarihi Yaşamak İçin
http://www.canakkalezaferi.org/
TÜRKİYE CANIM FEDA

4 Kasım 2010 Perşembe

BU MASKARALIK DAHA NE KADAR SÜRECEK?

Üzerinde bilgisayar marifetiyle türlü oynamalar yapılan, renklendirilen ve süslenen resimlerden biri...

İki kılıksız gencin resminin üstüne “Çanakkale’nin Havacı Kahramanları” yazıp 70 milyon insanı sersem yerine koyanların sergilediği maskaralıktan söz ediyorum… Kandırmaca ortaya çıktıktan sonra bütün devlet dairelerine asılmasına, posterlerinin basılıp satılmasına, heykellerinin dikilmesine kim dur diyecek?

Olayın hiç bu kadar yayılıp benimseneceğine ihtimal vermemiştim. Diyordum ki; “Şu Çılgın Türkler' saçmalığı yeteri kadar kabak tadı verdi, artık bu millet böyle bir asparagası yemez, yese bile hazmedemez… Muhakkak birileri itiraz edecektir…”

*******************

Bu resmin ilk ulaştığı kişilerden biriyim… E-posta kutumda gördüğüm an tüylerim diken diken oldu. “Türk askeri” dedikleri iki kişinin göründüğü resmin altına bir de utanmadan “Mehmet ile Mehmetçik” yazmışlardı… Çok geçmedi, bir gazetenin haftasonu ilavesinde, bu resmin ait olduğu fotoğraf koleksiyonunu satın alan ve yayınlanmasını sağlayan havacılık tarihi araştırmacısı Bülent Yılmazer’le yapılmış bir söyleşi çıktı. Söyleşi, hem fotoğrafları, hem de fotoğrafların sahibi Alman havacının hikayesini anlatıyordu.



Mönch Yayıncılık'ın çıkardığı kitapta yer alan resimlerin hiçbirinde, sözkonusu resimdeki iki genç durumunda kimse görünmüyor. Bu resimlerdeki gerek Alman gerekse Türk asker ve subaylarının hepsi nizami ve temiz giysiler içinde... Aslında resimlerin nerede çekildiği bilinmemekle beraber, hepsini Çanakkale'ye yakıştırmışlar... Oysa, resimlerin arkalarında 1917-18 yılları arasında çekildikleri yazılı...

Bülent Yılmazer, tanışmadığım, ama gıyabından iyi tanıdığım bir araştırmacıydı… ODTÜ’de havacılık tarihi dersleri veriyor ve kalan zamanlarında da havacılık tarihimizle ilgili kelam edenleri yılmadan izliyordu. İzlediği kişilerden biri de, gazeteci-tarih araştırmacısı Murat Bardakçı’ydı. Yılmazer, yalan yazdığını öne sürerek Bardakçı’yı çeşitli platformlarda kıyasıya eleştirmiş; hatta, hızını alamayıp Basın Konseyi’ne kadar şikayet etmişti. İyi hatırlıyorum; o anlı şanlı Basın Konseyi, üstlerine vazife olmayan ve hiç anlamadıkları bir konuda ahkam kesip üyeleri olmayan Bardakçı’ya ceza vermeye kalktıkları için ondan sıkı bir fırça ve ihtarname yemiş, gıklarını bile çıkaramamışlardı…

Yılmazer’in şikayet konusu, Bardakçı’nın, gazetesinde “İlk hava şehitlerinin mezarları” ile ilgili yazdıklarıydı. “Emekli Paşalar Muhtırası Manşetine Tepki” başlığıyla 2003 yılında Aydın Doğan’a hitaben yazdığı açık mektupta;

Bardakçı, ‘İlk hava şehidlerimiz, Fatih Meydanı’nda uyuyorlar’ manşeti altında tamamı düzmece, havacılık tarihimizdeki gerçeklere aykırı ve ilk hava şehitlerimizin hatırasını ayaklar altına alan bir yazı yayınlamıştır...”

diyordu Yılmazer…Ve şöyle devam ediyordu:

Şanlı havacılık tarihimizdeki tüm gerçeklere aykırı, iğrenç bir cehalet örneği olarak baştan başa yanlışlarla dolu, aziz hava şehitlerimizin hatırasını şahadet mertebesine ulaşanları inkar edecek kadar aşağılık düzeyde lekeleyen bir yazıyı yazan ve yayınlayanların, ilgili belgeleri bulabilecekleri milli arşivlerimizdeki kaynaklar da gösterilerek gerçekler kendilerine sunulduğunda, aynı sayfada ve aynı büyüklükte doğrusunu yayınlamaları sadece meslek etiklerini tanımlayan görev ve ilkeler gereği değil, aynı zamanda şahsi haysiyetlerinin de gereğidir…

*********************

İşte, gıyaben tanıdığım Bülent Yılmazer böyle bir adamdı… Ben de buna güvenerek sarıldım telefona…

Bulduğum telefon numarasında karşıma ilk çıkan, sözkonusu albümü yayınlayan yayıncı firmaydı… İsmi bende mahfuz olan muhatabım ise kendini “müdür” olarak tanıttı. Önce, böyle ilginç fotoğrafları vatana-millete kazandırdıkları(!) için teşekkür ettim. Biraz fotoğraflar ve çeken Alman havacı hakkında konuştuk. Sonra da Bülent Yılmazer’in telefon numarasını istedim. Müdür bey, isteğimi ikiletmeden verdi Yılmazer’in cep numarasını.. Tam vedalaşırken de şu malum fotoğrafın Internet’te nasıl kullanıldığına getirdim sözü… “Niye izin veriyorsunuz böyle kullanılmasına?” diye sordum.

Müdür beyin sesinin tonu o dakikadan itibaren tatsızlaştı… “Bizim firmada çalışan bir emekli subay çaldı o resmi… Internet’e veren de o… Kovduk, ama bir kere yayılmış oldu…” dedi. Yani, fotoğrafın ortalıkta bu şekilde gezinmesi ve kullanılmasının istemleri dışı olduğunu teyit ediyordu…

Beyefendi, bu resim bir dergiye kapak fotoğrafı yapıldı… Bu dergi, resimleri kullanmalarına izin verdiğiniz için size teşekkür ediyor. Bir günlük gazete 18 Mart günü poster olarak okurlarına dağıttı… Bunlar sizden izinsiz mi yapılıyor?” diye sordum.

Müdür iyice sertleşti, bu kez; “Hayır, biz izin verdik, para da almadık…” dedi.

O halde, bu resmin bu şekilde gerçeğinden saptırılmış bir şekilde basılıp dağıtılmasına göz yumuyorsunuz… Bir resimde adamın kepinde Alman havacı rozeti var, diğerinde yok… Kiminde kafaları yarıdan kesilmiş, kiminde arkadaki uçak silinmiş… Bu şekilde deforme edilerek ve üzerinde asılsız bilgilerle sirküle edilmesine de siz göz yumuyorsunuz…” deyince sohbet sona erdi…

Ama, Bülent Yılmazer’in telefonunu almıştım. Hemen çevirdim numarasını, kendimi tanıttım ve ne hakkında konuşmak istediğimi söyledim. Ne var ki, telefonda arka planda çok gürültü vardı ve Yılmazer beni iyi duyamıyordu. Kısaca amacımı aktarıp, detaylı bir mektup yazmak istediğimi söyleyerek kendisinden mail adresini aldım ve kapattım. Sonra oturup uzun bir mail yazdım. O gün, bugün, ne ses var ne seda… Bülent Yılmazer’den tık yok… Murat Bardakçı’nın gazete yazısına sayfalar dolusu kanıt ve makaleler yazan araştırmacımız, neredeyse bir yıl oldu, bana yanıt vermedi…

Sonunda, geçtiğimiz ay içinde telefonda uzun uzun konuşma fırsatı bulduk. Ama, önce öyküyü bitirmeme izin verin…

************************

Havacılık tarihi araştırmacımız Bülent Yılmazer’den yanıtlamasını istediğim konular şuydu:

- Parasını vererek satın aldığı bu albümün bir resmini çalarak Internet’e dağıtan ve bu nedenle şirket tarafından kovulan “emekli subay çalışan” kimdir ve bu kişi hakkında kovulmaktan başka ne gibi bir işlem uygulanmıştır? Örneğin; malınızı tahrif ederek ortalığa dağıtan bu kişi hakkında ne gibi bir işlem yaptınız?

- Albümü kitaplaştırarak yayınlayan yayıncı şirketin müdürünün, benimle telefonda konuşurken laf arasında ağzından kaçırdığı “Alman havacının el yazısıyla resmin çerçevesi üzerine düştüğü not”ta tam olarak ne yazıyordu?

- Madem şirket ses çıkarmadı; çalınmaktan başka bir de resimdeki bazı unsurların bilgisayar marifetiyle tahrif edilmesine niye göz yumuyorsunuz? Örneğin; fotoğraflar renklendiriliyor, kadrajlanıyor ve arka plandaki bazı unsurlar kaybediliyor. Örneğin; kısa boylu olanın kafasındaki kepte kimi resimlerde bir rozet var, kimi resimlerde yok. Buna niye izin veriyorsunuz?

- Havacılık tarihimiz konusunda sizin kadar bilgili olmasa da, dönem tarihi, askeri tarih, dönemin askeri kıyafet nizamnameleri hakkında bilgisi olan ve resimdekilerin asla Osmanlı askeri olamayacağını söyleyebilecek onca uzman varken; ciddi bir araştırmacı olarak niye çıkıp ortaya doğruyu söylemiyorsunuz?

- 2004 yılında ODTÜ'de verdiğiniz bir seminerde de Çanakkale Hava Savaşlarını anlatmıştınız. Bu seminer için yayınladığınız kitapçığın kapağına da bir fotoğraf koymuştunuz. Bu fotoğrafta, üstü başı paramparça bir Türk askeri var mıydı? "1998 yılında yurt dışından bir Alman'dan aldığınızı" söylediğiniz fotoğrafları bu kitapta neden hiç kullanmadınız?

Bülent Yılmazer, 1998'de satın almış olduğu fotoğrafları, 2004 yılında ODTÜ'de verdiği seminerde nedense kullanmadı ve hiç söz etmedi. Herhalde, "Şu Çılgın Türkler" gibi bir esinti bekliyordu...

*********************

Bu resimlerin ulaştığı ilk günden beri gerek mail, gerekse diğer yollardan bana bu resmin gerçeğinin ne olabileceğini soran kişilere hep anlattım ama; ben ukalalık etmiş olmayayım; sözü yine bu işlerden anlayan birine bırakayım. Bakın, tarih eğitimi almış Çanakkaleli bir koleksiyoner ve biri kent içinde diğeri de Seddülbahir köyünde iki müzesi bulunan Ahmet Uslu, bunca yıldır elinden geçen Çanakkale savaşı kalıntılarından edindiği deneyimle ne diyor:

1- Uzun boylunun elinde muhtemelen altın bir yüzük var. Osmanlı askerinde yüzük göremezsiniz. Yasaktır.
2- Uzun boylunun ayağındaki bot Fransız ordusuna aittir.
3- Soldaki askerde Fransız subay, sağdaki askerde Osmanlı er kıyafeti var. Subay ceketinin düğmeleri ters... Subay–er yan yana. Ve üstelik, subayının yanında erin yakası-bağrı dağınık, düğmeler açık…
4- Ekmek torbaları Fransız… Osmanlı ekmek torbasında toka olmaz. Eğer bunlar askerse, birinin torbası soldan sağa, diğerininki sağdan sola asılı olamaz.
5- Savaş neredeyse dört mevsim boyunca sürdü. Özellikle yazın güneş son derece yakıcıydı. Dolayısıyla şapkalar en az elbiseler kadar yıpranmış ve solmuş olmalıdır. Ancak şapkalar hiç de solmuş görünmüyor…
6- Sağdaki kişinin karın kısmı şişirilmiş ve ceket patlayacak duruma getirilerek ‘gebeş’ bir poz verdirilmiş.. Bir olasılık; kimi başka giysilerini kuşak gibi beline sarmış…
7- Kısa boylu askerin(!) kemeri, tüfeği ve kasaturası yok.
8- En önemlisi mataraları yok.
9- Kısa boylunun çoraplarının taban kısmı ile üst kısmı aynı renkte, yani temiz… Yere basılan çorap böyle mi olur? Kaldı ki; en yoksul zamanlarda bile, Türk köylüsü ayağına giyecek bir çarık yapmasını bilmiştir…
10- Bu fotoğrafın Çanakkale’de çekildiğine dair hiçbir belge, emare, bilgi yok. Fotoğrafçı ve bu fotoğrafları saklayan Almanlar’ın Türkiye’de bulunuş tarihlerine bakarsanız kesinlikle 1915 yılının sonundan sonra, yani Çanakkale savaşı sırasında çekilmiş değil. 1917-1918’de de çekilmiş olabilir...
11- Diğer fotoğrafların hiçbirinde ne subay, ne asker, ne de yardımcı personel bu durumda değil. Diğer fotoğraflarda yer ve ayrıntılar belirtilmiş.
12- Çanakkale hava birliklerine yardım eden ustalarda ve yardımcılarda bile sağlam Osmanlı üniforması varken, askerimizde bu kıyafet olamaz. Asker bu kadar perişan olursa yardımcıların çıplak olması gerekmez mi?
13- Aynı albümde Türk makinistlerin o yıllarda bakım yaptıkları uçağın önünde görüntüleri var… Ortadakinin belinde gümüş Asakir-i Şahane kemeri var. Yardımcıda bile bu kemer varken, bunlarda kemer yok…

*******************

Ahmet Uslu’nun bu dikkatli gözlemine birkaç ayrıntı da ben ekleyeyim:

Internete ilk verilen resimdeki kısa boylu gencin kafasındaki kepte bir kokart vardı. Ama daha sonraki resimlerde bu silindi...

1- Bu fotoğraf çok farklı biçimlerde geldi. Kısa boylu kişinin kafasındaki kepte kimi fotoğrafta bir rozet vardı, kiminde yoktu. Demek ki, bu işi bilen birileri photoshop yöntemiyle resimler üzerinde oynamıştı… Diyeceksiniz ki, “Kim oynar?” Buna yanıtım, “Kepte bulunan rozeti tanıyan birileri…” olacaktır… Tanımak için uzman olmak gerekir. Çünkü, bunu tanımayan kişi, şapkada bir rozet de olabileceğini düşünecektir. Oysa. Türk askerinin başına giydiği o dönem şapkalarında rozat bulunmaz. Internet’e ilk verilen resimde bu rozet görülmekte, ama dergi kapaklarına ve gazete posterlerine kullanılan fotoğrafta görülmemektedir.

2- Herkes önce bu ikisinin "asker gibi esas duruş gösterdiklerine kanarak" bunların asker olduğunu düşünmektedir ama, bu iki kişi asker değillerdir. "Esas duruşu" da askerlik yapsın yapmasın her Türk evladı bilir, gereğinde böyle durur. Bu ikisi, her ne kadar "asker gibi" duruyorlarsa da, gerek üzerilerindeki giysilerin durumu, gerekse taşıdıkları teçhizatın durumu "nizami" değildir. Biri ekmek torbasını sağdan sola takmış, diğeri soldan sağa... Subay ceketli olanın yakasının son düğmesi bile kapalıyken, asker kılıklının yaka-bağır açık vaziyette... Fotini olan bacağına dolak sarmış, çorapla gezen ise bunu bile bağlamamış...

3- Alman havacı Erik Meinecke, Çanakkale savaşının sonlarına doğru Türkiye’ye gelmiş bir Alman pilotudur. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar da çeşitli cephelerde keşif uçağı kullanmıştır. Savaş pilotu değildir. İlk görevinin Çanakkale’de oluşu, sözkonusu resmin de Çanakkale’de çekildiğini kanıtlamaz. Ayrıca, albümündeki diğer resimlerin kimi tarihsiz, tarihli olanlar da 1917-18 yıllarına aittir. Özellikle bu karenin niye 1915’e ve Çanakkale cephesine irtibatlandırılmış olduğu anlaşılmamaktadır. Durumda bir “Şu Çılgın Türkler” sendromu var gibidir; yani “Biz Türkler, en yoksul zamanımızda bile koduk mu oturturuz…” sendromu…

Araştırmacı Bülent Yılmazer ile Hürriyet gazetesinin ekinde yapılan söyleşiyi, albümde bulunduğu söylenen diğer resimlerle süslemişlerdi. Bu resimlerde 'hizmetli aileleri' olarak tanıtılan tiplerle sözkonusu resimdeki tipler giyim-kuşam açısından hiç benzemiyorlar.

4- Bu kerameti kendinden menkul fotoğraftaki iki çocuğun “asker” değil de “hizmetli” olduğunu varsaysak bile, albümde yer alan ve bu hizmetlilerin ailelerine ait olduğu söylenen diğer resimlerin altındaki açıklamalar, sözkonusu olasılığı da çürütmektedir. Çünkü; "Alman subaya emir erliği yapan askerin ailesi", “civar köylerde yaşayan aileler”, “onların evleri”, “çocukları” gibi ibareler taşıyan bu resimlerdeki kadın ve çocuklar, son derece bakımlı, giyim-kuşamları düzgün, üstleri-başları tertemiz ve varlıklı aileler olarak görünmekte ve bu olgu da resim altlarında zaten belirtilmektedir..

5- Aynı dönemde aynı kişi tarafından çekilmiş diğer fotoğraflarda bu iki garibana benzer hiç kimse yoktur. Bu resimlerde görülen Türk subay ve askerlerinin hepsinin durumları zamanın şartlarına uygun görünmektedir.

6- Bu resimlerin genel havası, “Afrika’nın ücra bir kabilesine gitmiş bir beyaz Avrupalı’nın bakış açısı”nı yansıtmaktadır. Türkiye’de görev yapan Alman subayların çoğu, çektikleri resim ya da yazdıkları hatıratta bu küçümser tavrı sürdürmüştür. Bu resim de, olsa olsa, “bu özelliği en iyi yansıtan fotoğraf” olarak kabul edilmelidir. Büyük olasılıkla inkar edecektir ama, yayıncılık firmasının müdürünün telefonda bana söylediğine göre, “resmin çerçevesindeki elyazısı”, alay eder gibi, tam da bu anlamdadır: “Stolz der Türkei - Türkische Soldaten" (Aha, işte Türk’ün gururu, kibri…Türk askeri...)


***************************

Fotoğraf hakkında danıştığım her meraklı ve uzman kişi, yukarıdaki düşüncelerimi doğruluyor. İşte bunlardan ikisi...

Uçaklar ve havacılık tarihiyle yakından ilgili, orijinaline benzer uçak modelleri üreten Naci Yavuz, benim yukarıdaki görüşlerimi çok isabetli değinerek birkaç eklemeyle destekliyor. Şöyle diyor Yavuz;

- "Resimleri incelediğimizde belden aşağısının daha hırpani olduğunu görüyoruz. Bu, bu kişilerin yerde uzun mesafeler yürüdüğünü gösteriyor.
- Nitekim, uzun boylu olan bacaklarına kan inmesin diye piyadeler gibi dolak sarmış
- Havacılar, yürümez. Yürüseler bile, çimen gibi düz bir alanda uçaklara rule yaptırmak için yürümüşlerdir en fazla. Onlar da böyle pejmürde olmazlar.
- Ayrıca çok enerji kaybettikleri için havacılara diğer karacı subaylardan daha fazla para verilmiştir. Diğerlerinden daha fazla kazanan bir havacının bu kılıkta dolaşabileceğine ihtimal vermek mümkün değildir..."

Ahmet Sılay ise, 12 yıldır Çanakkale hakkında belge ve obje toplayan bir koleksiyoner... Sahip olduğu bu malzemenin hepsini de Topkapı Sarayı'nda ilgililere kayıt altına aldırmış... Diyor ki;

"Söz konusu havacılara ait olduğu söylenilen bu fotoğraf bundan yaklaşık 4-5 yıl evvel e-bay'da satışa çıktı. 'Kıbrıs'ta Esir Türkler' adıyla Almanya'dan satışa konulmuştu. Ben çok ciddi bulmadığım için satın almadım. Keşke almış olsaydım. En azından bu rezillik başlamadan sona erecekti..."

***************************

Maskaralık o kadar ayyuka çıktı ki, Gemlik Taşıyıcılar Kooperatifi, bahçesine bu iki gencin heykelini dikti...

Gemlik’teki Taşıyıcılar Kooperatifi'nin bahçesine dikilen heykelden Ankara’daki bakanlıkların makam odalarına asılan posterlere kadar, hemen her köşeye yerleşen ve resim, fotoğraf, heykel, biblo, poster, veya anahtarlık biçiminde boy gösteren bu iki gariban, ne yazık ki, bir hamaset, ama aynı zamanda bir “dezenfomasyon anıtı” olarak gündeme girmiş bulunuyor. Birileri, iki boyutlu “Şu Çılgın Türkler” sendromuna bir boyut daha ekledi; üç boyutlu hale getirdi… Bir yıldır bu sitedeki yazılarımda yeri geldikçe değindiğim bu fotoğraf, yalan yanlış bildiğimiz tarihimize katılan yeni bir düzmece unsurdan başka bir şey değil. Durumun böyle olduğunu da, sitemin Mesaj bölümüne yazan kimi görgü tanıkları kanıtlıyor.

İşte bunlardan ikisi:

---“……Saygılar, son derece haklısınız. Bahsettiğiniz iki dilenci çocuk Çanakkale’deki Mehmetçiğe asla örnek olamaz. Bu foto dostum Bülent Yılmazer’in satın aldığı bir Alman havacısına ait albümden çıktı. Bülent Yılmazer’in henüz piyasaya çıkmamış olan kitabından alınan bu resim, Mönch Yayıncılık tarafından çoğaltıldı. Sayın Yılmazer de resmindekilerin gerçek Mehmetçikler olmadığını bilmektedir. Aslında albüm sahibi olarak açıklama yapması gerekir. - 6/27/2006…….”

Bu öyle bir dezenformasyon ki, etkileri, bazılarının çıkıp bu tiplerden birinin kendi dedesi olduğunu iddia etmesine kadar vardı. İşte iddia sahiplerinden birinin sitemin Mesaj bölümüne yazdıkları:

“……..Rumuz: dilencilerin torunu E-posta: messah19@............com
sayın işcen o resimdeki iki gencin kim ve neci olduklarını sadece resimlerine bakarak yorumlamanıza anlam veremedim. ben o dilenci dediğin soldaki gencin torunuyum ve dedem şerefiyle vatanı için savaşmış ve şehit olmuştur. lütfen şahıslar ile ilgili aşağılayıcı yorumlar yapmayınız. Sizin vurgulamak istediğiniz konuyu anlıyorum fakat şahsi düşüncelerinize kişileri alet etmeyiniz. o dilenci dediğiniz genç geride 6 aylık bir çocuk bırakarak çanakkale savaşına gitmiş savaşmış ve şehit olmuştur……
.”

Aynı kişiden gelip gelmediğine karar veremediğim bu mesaj ise, resimdeki tipleri “öz dede” olarak sahiplenmeye hazır çok kişinin olduğunu gösteriyor:

“……..Rumuz: Tarih hesap sorar E-posta: kara_kral85@.............com
Tarihler çevirip tarihler yazan ulusun evladı olarak kendimle gurur duyuyorum ama, ben bunu sadece onlara bakarak geleceği görmeyen gericilerden değilim. Sözlerimi ifade ederken ne hissedeceğimi bilemiyorum inanın. Şu anda 1. Tayyare bölüğündeki şehit düşen o iki asker hakkındaki yazılar karşısında inanın sadece güldüm. Çünkü sizin gibi insanlar gerçekte tarih bilmeyen ve sadece yenilikçilik kimliği altında soytarılık yapan şarlatanlardır. Ayrıca o resimdeki insanlar benim akrabam ve uzun boylu olanı, yani Mehmet Ali oğlu Abdülvahap benim öz dedemdir. Benim dedem Çanakkale’de hayatını feda etmiş ve gerisinde 3 çocuk bırakarak giden bir vatanseverdir. Her kim ne akılla ve suratla ona dilenci sıfatını yakıştırdıysa, onun damarlarındaki kandan şüphe ederim. Ayrıca, bu sözleri nasıl yazdın, nereden bilelim, diyorsanız söyleyeyim: Ben Malatyalı’yım ve benim köyüme Malatya Valisi ve Emniyet Müdürlüğü’nden görevliler gönderilerek bu kişinin dedem olduğu ve Çanakkale’deki havacı şehitlerden olduğu söylenmiştir. Anlamak istediğim ise şudur ki, siz ona dilenci diyecek kadar cesur ve bilgilisiniz madem, zekanız neden resmin aslını araştırmaya yetmedi sanki… Benim dedemin canı sıkılmıştı da evinden barkından ayrılıp sizin gibi hayasızlar için şehit düştü? Şimdi kem küm yapın diye mi ? Bu nasıl anlayıştır anlamadım? Tarihi bilmeyen toplumlarda var olan tipik aşağılık komplekslerinizi burada yayınlayarak egonuzu tatmin ediyorsunuz. Son sözlerim ise, o bir dilenci değildir, o namuslu bir aile babasıdır ve her şeyi hiçe sayarak oraya namusunu, devletini, milletini kurtarmak için gitmiştir. O dilenci değildir. Aslında bu tek dedem değil, köyden yaklaşık olarak 83 şehit verilmiştir. Ben size hiçbir şey demeyeceğim. Duygularım şu anda en üst seviyede. Bu haksızca yapılan hakareti o hak etmemişti. Ben sizi tarihle yargılayacağım. Sizin bu yaptıklarınızın cezasını tarih verecektir…
….”

******************************

Yukarıda okuduğunuz ifadelerin tabii ki inanılır bir yanı yok. Çünkü, öncelikle resimdeki tipler “şehit” değil; bir ihtimal, Çanakkale savaşının sona ermesi üzerine, o bölgedeki havaalanı etrafında ganimet toplayarak geçinen göçmen ahaliden birileri… Yani, savaş sonrasında da “sağ” olan birileri… Üstelik, bana hakaret dolu mektuplar yazan vatandaşlarımıza bakılırsa, resimdeki bu tipler, Alman fotoğrafçı marifetiyle tarihe bu “suret”lerini bırakmadan önce, doğdukları topraklara da döl salmışlar… Çocukları, torun-tosunları-tosuncukları olmuş ve şimdi bana küfür edebiliyorlar...

Bunlar kimdiler? Uzun boylunun adının Abdülvahap olduğunu iddia eden kişi bunu nereden biliyordu? Acaba, resmin üzerinde veya arkasında bu kişilerin isimleri de yazıyor muydu? Malatya Valisi ve Emniyet Müdürlüğü’nün yetkilileri Abdülvahap’ın torununu nasıl bulabilmişlerdi? Bunların “şehit” olduğunu kim iddia ediyor? Kıçında giyecek donu olmayan Abdülvahap, bu resmi çektirdikten sonra bir kopyasını köyüne nasıl ulaştırdı ki, ölümünden 90 sene sonra, 100 küsur yaşındaki komşusu onu tanıdı? Aile, bu resmi 90 senedir nerede ve nasıl muhafaza etti ki, onun yüzünü hiç görmemiş olan ve bugün bana mesaj atan torunu onu tanıyabildi?? Vs., Vs….

**************************

Ancak, ben bu konu üzerinde çalışırken korkarak beklediğim şey oldu… Internet sitesine “düzmece” tarihçilerinin çiziktirdiği bir “Çanakkale Savaşları” sayfası koyacak kadar düşünceli bir müessese olan Zaman gazetesi bombayı patlattı:

Acar muhabirleri, “Mehmet ile Mehmetçik” namıyla bir anda ilgi odağı haline gelen bu fotoğraftaki iki sefil adamın akrabalarını bulmuştu… (Oysa, Çanakkale savaşı hakkında akla hayale gelmeyecek uydurma öyküleri kapak bile yapan Aksiyon dergisi, Zaman'ın atladığı bu oltaya atlamamış, temkinli davranıp B. Yılmazer'i arayıp danışmış; Malatyalı torunlar konusunda ondan olumsuz görüş alınca yayınlamaktan vazgeçmişti.)

Sözüm ona, bu tipler Malatya’nın Kadiruşağı köyündendi ve bunların torunları, sözkonusu resmi görür görmez dedelerini tanımış ve çok duygulanmışlardı… Her nasılsa Malatya Emniyet Müdürü’ne de ulaşmayı başarmışlar; ondan yardım sözü almışlardı… Hele torunlardan birinin anlattığı hikaye, kargaları güldürecek cinsten bir hikayeydi. İzninizle, Zaman gazetesi “abonesi” olmayanlar için, hayrına, buraya aktarmak istiyorum:

“……ALMAN KOMUTAN TARAFINDAN ÖLDÜRÜLMÜŞ

Fotoğraftaki askerlerin akrabası olan Saim Çolak (45) ise büyükannesinden dinlediği bir olayı şu ifadelerle anlatıyor: "Fotoğrafta sağ taraftaki Ahmet oğlu Hasan Hüseyin onbaşı topçu bir askermiş. Bir Alman komutanın emrinde görev yapıyormuş. İngiliz gemileri geçerken Alman komutanlar içki alemindeler. Ateş emri vermiyorlar. Hasan Hüseyin onbaşı izinsiz olarak eteş ediyor ve iki gemiyi batırıyor. Ancak Alman subay Hasan Hüseyin onbaşıyı izinsiz ateş ettiği için şehit ediyor. Türk subaylar gelip binbaşı olan Alman subayın rütbesini söküp Hasan Hüseyin onbaşının cenazesine takıyorlar……."

Devenin dediği gibi, neresi doğru ki düzelteyim:

-- Bu fotoğrafı ortalığa “Türk askeri” diye yayanların söylediğine bakılırsa, bu adamlar bir uçağın önünde poz veren “kahraman Türk havacıları”… Ama, torununun anlattığına bakılırsa, bunlar “topçu”…
-- Torunun ifadesindeki tipler ya “onbaşı”, ya da “çavuş”.. Oysa, resimde görülen iki kılıksızın ne oldukları meçhul. Değil herhangi bir rütbe taşıdıklarını iddia etmek, asker olduklarını söylemek bile mümkün değil…
-- Torunun hikayesine bakılırsa, “İngiliz gemileri geçerken…”, yani olsa olsa, 18 Mart’taki saldırıda Çanakkale'de görev başındalar… Oysa, fotoğraf sahibinin açıklamasına göre, resmin çekildiği yer bir havaalanı, adamlar da bir uçağın önünde…
-- Torunun hikayesinde, gemiler geçerken “Alman komutanlar içki alemindeler”… Hasan Hüseyin “Onbaşı”, Almanlar’la arasında hiç Türk subayı yokmuş gibi, kendi kafasına göre topu ateşliyor… Top mermisinin taneyle sayıldığı Çanakkale Savaşı sırasında böyle bir şey yapan askeri, herhalde top namlusuna mermi diye sürer, öyle ateşlerlerdi…
-- Kafasının keyfine topu ateşleyen “onbaşı”, üstelik o mermiyle iki gemi birden batırıyor… Demek ki, Ocean zırhlısının Seyit Onbaşı tarafından ateşlenen bir mermiyle batmış olduğunu söyleyerek bizi kandırıyorlar… Çünkü, diğer batan gemiler; yani Bouvet ve Irresistable’nin mayınlara çarparak battığını kesinlikle biliyoruz. Tarihsel olarak tereddüdümüz batan 3. gemi Ocean’da; Seyit Onbaşı’nın attığı mermiyle dümeninden vurulup mayına mı çarptı, yoksa doğrudan mayına çarpıp da mı battı?
-- Torunun ifadesine göre, topu izinsiz ateşlemesi üzerine Alman subay Hasan Hüseyin’i vurup öldürüyor… Eğer bu doğruysa, Alman subay haklıdır, ve Hasan Hüseyin “infaz” edilmiştir. Askeri yasalara göre, hele savaş zamanında emre karşı gelmek ölümle cezalandırılır ve böylesine de “şehit olmuş” denmez… Oysa, hiçbir ciddi kayıtta böyle bir olaydan söz edilmiyor.
-- Olayın devamında “Türk subaylarının Alman binbaşısının rütbelerini söküp Hasan Hüseyin’in cenazesine takmaları” da dehşet bir fantezi… Böyle bir fantezi için ciddi bir rahatsızlık gerekiyor… Sanırsınız Çanakkale’deki Türk ordusu bir “başıbozuk güruhu”dur; erlerin kendi kafasına top ateşlediği, yabancı subayların keyfi adam öldürdüğü, Türk subayların kaba kuvvetle rütbe söktüğü bir kalabalık…
-- Akrabaların anlatılarına göre, bu iki köylü genç irisi, Çanakkale savaşlarında şehit olmuştur ve bugün “hamallık yapan” ve “maddi durumları iyi olmayan” akrabalar, Malatya Emniyet Müdürü’nün himmetiyle “dedelerinin mezarını” ziyaret etmek istemektedirler. Oysa, Alman fotoğrafçının en erken 1915’in son ayında çekmiş olabileceği bu fotoğraftaki kılıksızlar şehit falan değillerdir. Çünkü, fotoğrafları Çanakkale savaşı sona erdikten sonra çekilmiştir. Onca kılıksızlıklarına rağmen dipdiri ayakları üstünde durmaktadırlar. Ne zaman terk-i dünya ettikleri ve bunun nerede ve nasıl olduğu bilinmemektedir. Dolayısıyla, Malatyalı toruncuklar açıkça yalan söylemekte veya “söylettirilmekte”dirler…

İş, dönüp dolaşıp öyle veya böyle, şehit-şüheda edebiyatı üzerinden bir “rant sağlama” çabasında son bulmaktadır…

**************************

Diyeceksiniz ki, “Yeterince bahane ürettin, madem öyle, ne olabileceğini sen söyle…

Benim birincil tahminim, bu resmin o sırada müttefikimiz olan Almanlar’ın kendi ülkelerinde savaş propaganda malzemesi olarak kullanmak üzere çektikleri bir fotoğraf oluşu… Yani, bu resmi göstererek;

İşte Türkler… Üstleri başları dökülüyor. Perişan durumdalar… Yüce milletimiz, bu savaşta bu gariban insanlara yardım ediyor…” demek için…

Ki, savaş döneminde, özellikle Almanya’da yayınlanan propaganda dergilerinde benzer ifadeler ve resimlere sık rastlanıyor.

Ya da çok daha basit bir amaçla çekilmiş; fotoğrafçının kendi albümü için… Ailesine, dostlarına veya silah arkadaşlarına gösterecek ve,
“İşte Türkler…” diyecek, “Ben bu gariban insanlarla birlikte savaştım Türkiye’de…

Koleksiyoner Ahmet Uslu, bu perişan kılıklı iki çocuğun “karargah etrafında dolaşan çoban” veya “askere alınmaya engelli köylüler” olabileceğini öne sürüyor…

Benim asıl tahminim ise bu kadar olumlu değil:

Bu iki kılıksız, Alman subaylarının ayak işlerini yapan “hizmetli” de olamazlar… Çünkü, hiçbir aklı başında subay, çevresinde böyle pejmürde kılıklı bir emir eri, veya hizmetli gezdirmez, gezdirmemiştir de… Ne Türk, ne de Alman…

Ben, bu iki kılıksızın, savaş alanlarında dolaşarak harp hurdası ve ganimet toplayan işsiz-güçsüz-ipsiz takımından birileri olduğuna eminim. Alman fotoğrafçının onca düzgün kılıklı adam fotoğrafı çektikten sonra bu ikisini de fotoğraflamaya layık bulması için bir farklılıkları olması gerektiğini düşünüyorum. Fark da, bu ikisinin üzerindeki “buluntu” giysiler ve eşyalar olmalı…

Ayrıca, fotoğrafçının, bu resmin üzerine ya da çerçevesinin üzerine el yazısıyla kaleme aldığı söylenen “Türkiye’nin kibri, gururu: Türk askeri!!!” (Aha... Stolz der Türkei: Türkische Soldaten!!!) gibisinden Almanca alaycı ibarenin de neden kamuoyundan saklandığını; bu resmin niye Çanakkale savaşı dönemine bağlandığını merak ediyorum.

Bir başka ilgimi çeken nokta da, kısa boylu tipin kafasındaki kepte bulunan rozetin niye bazı resimlerde silindiği… Resmin sahibi B. Yılmazer, bu silinen yerde yıpranmadan doğan bir leke olduğunu iddia ediyor. Oysa, resmin tek yıpranmış yeri burası değil, ama sadece bu noktayla oynanmış...

Resimdeki kısa boylu gencin üzerindeki ceketin karın bölgesinde iki-üç kurşun deliği var

En sona sakladığım bir başka ayrıntı daha var ki, kanıtlayabilecek bir imkanım yok: Kısa boylu tipin karın hizasında, düğme deliklerinin yanında rahatça görünen üst üste iki, hatta üç yuvarlak delik... Bir kumaş yırtığı veya yıpranma olmadığı, hızlı çarpan ve yuvarlak biçimli küçük bir cisim tarafından açıldığı belli bu deliklere "kurşun deliği"nden başka bir anlam yükleyemiyorum...

.


**************************

Türkiye Polis Dergisi, piyasada satılan poster üzerinde, bu iki gencin neden asker olamayacağını kanıtlayan unsurları belirlemiş ve ayrıntılı bir açıklama yayınlamıştı...

En ciddi araştırmayı Türkiye Polis Dergisi yayınlamış oldu. Dergi önce, kendilerinin bu resimdeki zavallıların torunu olduğunu söyleyip Malatya’da Emniyet Müdürü ve Vali’yi kandırmaya çalışanların kimliğini araştırmayla başlamış işe… Sonra bana ulaştılar, bildiklerimi ve araştırmalarımı aktardım.

Malatya’da geçimlerini hamallık yaparak sağlayan Abdulvahap ve Nihat Yılmaz kardeşler, fotoğrafın solundaki kişinin Ali Oğlu Abdulvahap adlı dedeleri olduğu iddiasında bulunurken, köylerinden 64 kişinin şehit olduğunu öne sürmüşlerdi. Köyün yaşlılarından, akrabalarının ifadesine göre 106, kendi ifadesine göre ise 99 yaşında olduğunu söyleyen Saide Demir adlı kişi ise, fotoğrafta soldakinin komşuları Vahap, sağdakinin ise kaynı Hüseyin olduğu iddiasında bulunmuştu…

Dikkatinizi çekerim; sözkonusu fotoğraf 91 yıllık, bu teşhisi yapan da 100 yaşlarında!!!!

Bir yerel televizyon da, hamallık yapan kardeşlerden birini ekrana çıkartıp anlattırmıştı. Bu hamalın fotoğrafı sahiplenmesinin hikayesi çok ilginçti; fotoğrafı görür görmez “kanı kaynamış”, sonra dönüp kendi çocuğuna bakınca “çok benzediğini” farketmiş, ardından da gidip köyde yaşlılara sormuştu... Yani, “kan kaynamasıyla” başlayan bir teşhis ve ona göre de düzülen şehit-şüheda öyküleri...

Malatya Emniyet Müdürlüğü de araştırmıştı: Milli Savunma Bakanlığı’nın, 1998’de Ankara’da yayınladığı; 93 Harbi’nden, Kıbrıs Barış Harekatı'na kadar olan savaşları kapsayan, “Şehitlerimiz” adlı 5 ciltlik yayınının 4’üncü cildinde Malatyalı şehitlerle ilgili tüm kayıtları bulmuşlardı.

Bu cildin 176-177. sayfalarında yer alan, iddiaya kaynak oluşturulmak istenilen Mehmet Ali oğlu Abdulvahap (kitaptaki listede Ali oğlu Abdulvahap) 1297 Rumi/1882 Miladi doğumlu, yani 1915’de 33 yaşındaydı... Onbaşı Ahmet Oğlu Hasan Hüseyin ise (kitaptaki listede Ahmet oğlu Hasan ismi var), 1294 Rumi/1879 Miladi doğumlu, yani 1915’de 36 yaşındaydı... Oysa, fotoğrafta yer alanların en fazla 18-20 yaşlarında olduğu açıkça belliydi... Belki daha da küçüklerdi...

(Aslında, iki askeri sahiplenmek isteyenlerin verdikleri kimliklerle, devletin resmi kayıtlarındaki kimlikler farklı… Ancak, yakın isimler olması nedeniyle onlar olduğu farzedilmiş. Ayrıca, söz konusu listeye göre, Kadiruşağı köyüne kayıtlı 1 şehit var, o da Veli Ağa oğlu Hasan Hüseyin, 1915’de Arıburnu’nda şehit olmuş...)

Seferberlik sonrası askerlik dairelerinin önünde sıraya giren Osmanlı gençleri... Her biri mahalli giysisi içinde... Öndeki ise bir asker...

Birinci Dünya Savaşı’nın öncesi seferberlik ilan eden Osmanlı Devleti’nin, Malatya’nın Çırmıktı kasabasından silah altına alıp Çanakkale’ye kadar sevkettiği normal askerinin, o kılık ve kıyafette olması da hiç mümkün değil. Çünkü, askere giden Anadolu köylüsü, birliğine ulaşana kadar günlük kıyafetiyle dolaşıyordu. Birliğinde kendine elbise bulamayan efrad da aynı kıyafetiyle geziyordu. Döneme ait birçok fotoğrafta bu görülüyor. Malatya Emniyet Müdürlüğü de, o fotoğraftaki gençlerin, Osmanlı’nın askerine değil, muhtemelen çarpışmalar sırasında orduya yardımcı olan, o mahallin çocuklarına ait olabileceği yorumuyla, bu iki Malatyalı uyanık akrabayı başından sepetlemişti…

*******************************

Beş yıl boyunca elinde tuttuğu fotoğrafın arkasına bakmayan havacılık tarihi araştırmacımızın Mönch Yayıncılık tarafından yayınlanan kitabı...

Gelelim, yazımın başlarında sözünü ettiğim; bu fotoğraf ortaya çıktığında çok aradığım halde ulaşamadığım Bülent Yılmazer’le görüşmeme… Geçtiğimiz ayın içinde kendisiyle yaptığım benden başka bir kişinin de dinlediği yaklaşık bir saatlik telefon görüşmesinden aklımda aşağıdaki noktalar kaldı:

-- Bülent Yılmazer, bu fotoğrafları yeni satın almamıştı; yaklaşık 5 yıldır elinde tutuyordu…
-- Bu fotoğraflar, nedense “Şu Çılgın Türkler” isimli edebiyat şaheserinin(!) piyasaları sarstığı günlerde birdenbire Internet'e sızdırılmıştı…
-- Bülent Yılmazer’in Osmanlı ordusunun kılık kıyafet nizamnameleri hakkında hiçbir bilgisi yoktu; onun uzmanlık alanı havacılık ve uçaklardı…
-- Resim bir aylık dergiye kapak olunca Ankara’da bir holding yöneticisi bu resimdekilerin Türk askeri olamayacağını iddia etti, ama bu iddia, yapılan bu değerli çalışmaya bir “bok atma” olarak değerlendirildi…
-- Bu tezvirat üzerine sözkonusu fotoğraf, “bugün Genelkurmay Başkanı olan o günkü Kara Kuvvetleri Komutanı'nın emriyle" iki uzman albay tarafından incelendi; resimdekilerin Türk askeri olduğuna karar verildi…
-- Resimdekilerin Türk askeri olmadığı yolunda “çamur atan” o holding yöneticisi, bizzat bu komutan tarafından fırçalandı…
-- Yılmazer, bu “uzman”(!) subayların ve hatta “bugün Genelkurmay Başkanı olan o günkü Kara Kuvvetleri Komutanı”nın ismini bana veremezdi…
-- Bülent Yılmazer’in tek amacı, satın aldığı bu albümü ülkemize ve tarihimize kazandırmaktı, bunun dışında bir amaç gütmüyordu.
-- Fotoğraflar yayınlanmadan önce, birileri, kendisini, “Bu fotoğraflar yayınlanınca başın çok ağrıyacak” sözleriyle uyarmıştı. Ancak, bu uyarının hangi manada olduğunu anlayamamıştı; sahtekarlıkla mı, yoksa milliyetçi şovenizmle mi suçlanacaktı?
-- Ancak, yayınlanması işini, bu işin profesyoneli bir yayıncıya devretmek zorundaydı… Ki, böyle yapmıştı.
-- Ne var ki, bu resmi "milli duygularla" yayınladığını iddia eden bu firma, Bonn/Almanya merkezli uluslararası Mönch Publishing Group (MPG) isimli bir yabancı firmaydı, Mönch Türkiye Yayıncılık adını taşıyordu.
-- Bu firma, Türkiye, Karadeniz ülkeleri, Orta Asya Cumhuriyetleri ve Orta Doğu faaliyetleri için bir odak noktası olarak 1987 yılında kurulmuştu. Konuyla ilgili yetkili ve uzmanların istek ve arzuları doğrultusunda Savunma Sanayi, Havacılık ve Uzay, Teknoloji ve Strateji konularında uluslararası platformlardaki gelişmeler, ArGe faaliyetleri, endüstriyel, teknik ve bilimsel konularla ilgili bir bilgi ve iletişim platformu oluşturmak amacıyla çalışıyordu.

Bu yabancı firma, TSK, Jandarma, MSB, Sivil Savunma gibi müesseselerin içine o kadar girmişti ki, kendi sitelerinde verdikleri satış rakamlarına bakılırsa, adeta bu kurumlar için çalışıyordu. Çok sayıda emekli subayı istihdam ettiklerini de gizlemiyorlardı..

Mönch Yayıncılık'ın kendi sitesinden bir sayfa... Dergi satışlarını anlatıyorlar..

Kendine ülkemizin en stratejik kurumlarını faaliyet alanı olarak belirlemiş bu Alman firmasının yayınları arasında Savunma ve Havacılık adlı da bir dergi vardı ki, tam 18.780 adet basıp bu kurumlara tam tamına 18.280 adedini satıyordu... Bu satışın, yüzde olarak dağılımını da aşağıdaki gibi veriyorlardı web sitesinde:

  1. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Personel ve Birimleri yüzde 24.6

  2. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Personel ve Birimleri yüzde 15.2

  3. Hava Kuvvetleri Komutanlığı Personel ve Birimleri yüzde 14.3

  4. Jandarma Genel Kom. ve Sahil Güvenlik Kom. Personel ve Birimleri yüzde 8.3

  5. Genelkurmay Baş., MSB, Askeri Ataşeler, Dışişleri ve Sanayi-Ticaret Bak. yüzde 7.3

  6. Savunma Sanayii Kuruluşları yüzde 6.7

  7. İçişleri Bakanlığı, Emniyet Gn. Müd., Haberleşme ve Ulaştırma Bakanlığı yüzde 6.1

  8. Havayolları, Uluslararası Ticari Havaalanları, Ticari Havacılık Kuruluşları yüzde 5.3

  9. Sivil Tedarik Ofisleri, Çok Uluslu Savunma Organizasyonları, İdareler, Komutanlıklar yüzde 5.2

  10. Sivil Havacılık Kuruluşları ve Servisleri yüzde 4.7

  11. Kamu, Kurum ve Kuruluşların Yasama Organları ve Parlamentoya ait Organlar

  12. yüzde 2.3

(Maaşallah diyelim de nazar değmesin, çünkü, 25 yıllık dergicilik hayatımda herhangi bir dergi hakkında böyle bir satış başarısı ne duydum ne işittim. Rekorlar kitabına girecek bir olay bu; yaklaşık yüzde 0.02 iade oranı... Bugünlerde, dergi piyasasında iadesini yüzde 60'ın altına indirebilen yayıncıyı omuzlarda gezdiriyorlar...)

Bu Savunma ve Havacılık dergisi'nin iştigal konusu benim çok ilgimi çekti. Bu nedenle, günümüzün en popüler nimetinden yararlandım ve Internet'te bir araştırmaya giriştim. Karşıma, bundan 5-6 sene önce bir gazetemizde Faruk Mercan isminde bir meslektaşımın yazısı çıktı. Bakın Faruk Mercan Savunma ve Havacılık dergisi hakkında ne gibi bilgiler veriyor. İsimler ve ilişkiler hayret verici. Meğer, yayıncılık gibi harc-ı alem bir iş kolu için savunma ve havacılık ne verimli alanlarmış ki, bunca önemli isim seferber olmuş:

".......Alman Mönch yayın grubunun çıkardığı "Military Technology"nin 1986'da yayınladığı Yunanistan özel ekindeki bazı yanlış bilgiler Genelkurmay'ın tepkisini çekmekte gecikmedi. Hemen dergiyle temasa geçildi. Yayın grubu bu sefer Türkiye'nin savunma ve ekonomisiyle ilgili 200 sayfalık bir eki hem de parasız çıkardı.

O tarihte Almanya ile bu ilişkiyi, Milli Savunma Bakanlığı Koordinasyon ve Planlama Dairesi Başkanı Tuğgeneral Metin Okçu sağladı. Mönch Yayın Grubu başkanı Türkiye'ye geldi. Türkiye Özel ekinde Genelkurmay 2. Başkanı Necip Torumtay ve Milli Savunma Bakanı Zeki Yavuztürk ile yapılan birer mülakata yer verildi.

İlişkinin ikinci adımı, Türkiye ile ilgili askeri konuları işleyen bir savunma dergisinin Türkçe yayınlanması projesiydi. Projenin başına, aynı yıl Silahlı Kuvvetler'den emekli olan Tuğgeneral Metin Okçu geçti. Böylece, "Savunma ve Havacılık" dergisi doğmuş oldu.

Metin Okçu, 10 yıl boyunca Savunma ve Havacılık'ta yazdı. Ta ki, 1997'de Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'den bir telefon alana kadar. Orgeneral Bir, İstanbul'da yeni bir savunma dergisi çıkarmak isteyen ekibin kendisiyle görüşmek istediğini iletti. Metin Okçu İstanbul'a geldiğinde, karşısında Ceyda Erem ve Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Vural Bayazıt'ı buldu. Ceyda Erem, gazetecilikle başladığı işini halkla ilişkiler ve fuarcılık (CNR Fuarcılık) alanına taşıyıp iyi düzeyde kazanç sağlamış başarılı bir iş kadınıydı. Vural Bayazıt da Silahlı Kuvvetler'in zirvesinden emekli olmuş önemli bir isimdi. Okçu projesini hemen sundu. Böylece, dördüncü sayısından itibaren "Ulusal Strateji" adını alacak olan "Savunma&Defence" dergisi yayın hayatına başlamış oldu.... " (http://arsiv.zaman.com.tr/2001/02/08/odosya/dusunce.htm)

Sonuçta, Bülent Yılmazer ile yaptığım bu görüşmeden en küçük bir yarar sağlayamadığımı belirmek zorundayım. Hatta, inatlaştık bile diyebilirim; o, elinde buna benzer birçok Türk askeri resmi olduğunu iddia edince, ben de kanıtlaması için “Eğer varsa, en benzerini göndermesini” rica ettim… Çok geçmedi, Yılmazer’in sözünü ettiği “benzer” resim e-posta kutuma düştü. Ben de bu resmi sitemde yayınlayacağımı kendisine bildirdim ve onayını aldım.

Bülent Yılmazer'in "benzer resim" olarak bana yolladığı ve kendisinden yayınlama izni aldığım Türk askeri fotoğrafı... Hiçbirinin giysisi diğerine benzemese de, içlerinde paramparça kıyafette olan yok. Sağdan ikinci askerin belinde de, Yılmazer'in iddia ettiği gibi ip yok, bir kısmı ışıkta parlamış ince bir deri kemer var... Onun sağındaki de bir küçük zabit...

***********************************

Türkiye Polis Dergisi’nin kapak haberi, özellikle Çanakkale’de de epey yankı yaptı. Yerel gazetelerden Kalem gazetesi, “Duygu sömürüsü mü?” başlığıyla manşete taşıdığı bu konuda, kentte iki müze kuran tarihçi ve koleksiyoner Ahmet Uslu’nun görüşlerine başvurdu ve onun yukarıdaki satırlarda da okuduğunuz görüşlerini okurlarına aktardı.

Öte yandan Türkiye Polis Dergisi’nin web sitesi de, bu resmi tüm Türkiye’ye pazarlayan yayıncı şirketin müdürü Mehmet Demirkol’un, Türk Polis Teşkilatı’na karşı suç unsuru içeren bir mesajını yayınladı. Geçtiğimiz Mart ayında, telefonda bana, bu resmi “bir emekli subay çalışanının çaldığını” söyleyen Müdür Demirkol, web sitesine yazdığı mektupta, bu kez Türkiye Polis dergisi üzerinden Türk polisini hedefliyor ve “Yine yapacağınızı yaptınız; yargısız infaz…” cümlesiyle tüm Emniyet güçlerini suçluyordu. Mesajının gerisi ise, boş laflardan ibaretti; bu resimden çoğalttıkları posterleri Ankara’da birçok resmi makama “ücretsiz” ulaştırdıklarından bahisle, lafı kahramanlık edebiyatı ve hamasete getirmişti; “Sizler, 1915’lerde Çanakkale’yi geçemeyenlerin Ankara'nın göbeğinden çıkmasına müsaade etmeyin…” Breh, breh, breh...

Ben de bu mesaja bir yanıt yazarak, bu müdür beyi “Boş laf üretmeye değil, kanıt göstermeye” davet ettim ve gelirken de yanında o görüş aldıkları “uzmanları”(!) getirmesini istedim. Umuyordum ki, Savunma ve Havacılık Dergisi gibi bir isim taşıyan ve hedef kitlesi Silahlı Kuvvetler ve Emniyet güçleri olan bu derginin müdürü, tarih ve askerlik biliminden bir nebze nasibini almıştır; çıkar ortaya, resimdeki iki gencin “birer Osmanlı askeri” olduğunu kanıtlayacak bilimsel öğeleri önümüze serer… Biz de sonsuza dek kendimizden utanır ve sokağa çıkamayız…


*************************

Nihayet, "yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış" atasözüne bir örnek daha yaşadık:

"Tartışılmaz TV programları" yapımcısı Cevizoğlu, daha 4 ay önce Türkiye Polis Dergisi'nin ödülünü aldığı gecede, elinin altında Türkiye Polis Dergisi, Emekli Polis Derneği'nin Başkanı Mustafa Acar ve 2. Başkanı Anıl Aksoy'a dergi hakkındaki övgülerini aktarıyor...

TV dünyamızın milliyetperver programcılarından Hulki Cevizoğlu, birkaç ay önce kendisine ödül veren ve bu kandırmacayı bu ay kapak haberi yapan Türkiye Polis Dergisi'ni programına davet etti. Katılmayı kabul eden dergi koordinatörü, iddiaların sahibi olan beni ve Çanakkaleli tarihçi/koleksiyoner Ahmet Uslu'yu telefon konuğu olarak yazdırmıştı.

ADD adına gittiği Londra'daki bir konferanstan yeni dönmüş olan ve henüz memleket havasına alışmamış olduğu gözlenen Cevizoğlu, programına sık sık misafir ettiği emekli savcılardan kapma bir edayla, programa dikkat çekici bir afra-tafra ile başladı; Türkiye Polis Dergisi'nin, "böylesine topluma mal olmuş(!), milliyetçi hisleri yücelten(!), manevi değerleri gündeme getiren(!) bir fotoğraf hakkında yaptığı bu bölücü(!), yıpratıcı(!) ve aşağılayıcı(!) yayını ne hakla yaptığı"nı sorgulayarak başladı söze... Bir saat boyunca bu minvalde seyreden yayına bu nedenle ancak gece yarısı bağlanabildim.

Hulki'nin niyeti belliydi; Türkiye Polis Dergisi'nin bu haberini, "bir gazetecilik olayı" olmaktan çıkarıp, "son günlerde dikkat çeken raporuyla Gen. Kur. Başkanı Büyükanıt'ın sert konuşmalarına neden olan TESEV araştırmasına takviye olsun diye yapılan kötü niyetli bir yayın" durumuna sokmaya çalışıyordu. Aklı sıra, Türkiye Polis Dergisi'nin, "askeri yıpratmaya çalışan polisler"in maşası olduğunu kanıtlayacaktı(!)... Böylece ne kadar vatanperver-milliyetperver olduğunu gösterecek; reytingi ve dolayısıyla program ücretlerini yükseltecekti...

Sözün en başında olayın özünü açıkladım: Hiçbirimizin Türk askeri, polisi veya herhangi bir görevlisiyle derdi yoktu. Bizim derdimiz, dönemin Türk askerinin topluma böylesine yanlış ve kötü bir biçimde tanıtılmasının bilimsel ve tarihi gerçeklere uygun olmadığını anlatmaktı. Karşı olduklarımız; saf ve iyi niyetli Türk halkını şehit-şüheda edebiyatıyla kandırarak dünyalığını yapan kimselerdi... "Çanakkale'nin Kahraman Havacıları" sıfatıyla topluma sunulan sözkonusu resim de bu kandırmacaya somut bir örnekti... Öncelikle resim Çanakkale savaşına ait değildi; resimdeki tipler asker değildi; resmin çekilme yılı da 1915 olamazdı...

Tam bu iddialarımın dayanaklarını tek tek sıralayacakken, Cevizoğlu sözümü kesip sözkonusu resmi yayınlayan Alman firması Mönch Yayıncılık'ın müdürüne söz verdi. Ama, ondan önce de kendisi ahkam kesmeye başladı; dergi yazısının içinden tek tek cümleleri cımbızla çekerek, yazının üslubunun çirkinliğinden dem vurmaya başladı.

Öncelikle bir meslektaşım olmasından; ardından geçmişte yaşanmış bir hukukumuz olduğundan buna müdahale etmek istedim; dedim ki; "Sevgili Cevizoğlu, yanlış yapıyorsun, bunların hepsi derginin ifadesi değil, derginin görüş aldığı uzmanların ifadesi... "

Kendi yazısına yapılsa kıyametleri koparacağını ve bu nedenle ekranda millete bir saat diskur çekeceğini iyi bildiğim gazeteci ve ünlü TV programcısı Hulki Cevizoğlu müthiş sinirlendi bu söze; önce klasik azarlamasıyla başladı: "Programı siz mi yöneteceksiniz, ben mi? Biz yanlış yapmayız... Üslubunuzdan da belli zaten... İşte bu, bu, bu..."

Sahibi olduğu "Popüler Bilim" adlı birkaç yüz satan dergiyi 2000 yılında "eti senin kemiği benim" meseliyle "Al götür, istediğin yerde çıkart, ama benden para isteme..." diyerek bana yayınlatmaya çalışan Cevizoğlu, bunca yıldır dergi yapan, yöneten, yazı yazan, haber üreten 30 yıllık gazeteci olan benim üslubumu eleştirmeye başlamıştı. Eminim ki bunda teklif ettiği dergisiyle ilgilenmeyişimden kaynaklanan bir kuyruk acısı da vardı ama, o anda benim onun egosunu pışpışlayacak vaktim yoktu. "Eh, güzel... O halde size iyi tartışmalar..." diyerek ayrıldım programdan...

İyi ki de ayrılmışım; benden sonra olanlar oldu. Önce, bu resmi Türk milletine "Çanakkale Kahramanları" diye kakalayan firmanın müdürünün abuk subuk açıklamalarını dinledik. Ardından, dünyadan bihaber bir eski, bir de yeni milletvekili konuştular; eskisi "merd-i kıpti" misali bir Avustralya gezisini anlatırken cehaletini ortaya döktü; yenisi vatan-millet-maneviyat derken toplu satın aldığı posterlere kaptırdığı para için yakındı...

Derken bomba, Cevizoğlu'nun kendi elinde patladı: Büyük bir kendine güvenle huzuruna kadar getirttiği orijinal resmi yapışık olduğu kartondan söküp arkasını çevirince, resmin arkasına yazılmış tarih ortaya çıktı: 1918...

(Bu noktada da iddialıyım; bu tarih ve altındaki Almanca birkaç kelime de sonradan yazılma… Ama, bütün bu ayrıntıyı da ancak grafologlar anlayabilir. Eğer kabul ederlerse, bunun incelenmesini de kriminoloji laboratuarında yaptırabilirim.)

O anda, Cevizoğlu'nun yüz ifadesini görmeliydiniz... Tabii, "Bu resmi 5 yıldır elimde tutuyorum, kimse ilgilenmemişti. Var olsunlar, Mönch Yayıncılık bana büyük destek verdi" diyen araştırmacı(!) B. Yılmazer'inkini de...

Ekran başında çok güldüm... Gülmekten kasıklarım ağrıdı... Artık benim yapacağım bir şey kalmamıştı. Çanakkale'den İstanbul'a doğru yola çıktığımda sabahın üçüydü ve hala gülüyordum... Programın gerisini eş-dost izlemiş, sonradan aktardılar; araştırmacının babası emekli paşa çıkmış, oğlunun ne kadar vatanperver olduğundan söz edip bana saygı duymayacağını ifade etmiş. Bir sürü mail ve fax arasından tezimize destek veren bir tane bile çıkmamış, vs., vs...

Takke düşmüş, kel görünmüştü...

Umuyorum ki, Cevizoğlu, bu elinde patlayan resim üzerine 31. kitabını da yazacaktır.

*********************************

Şimdi gelelim gerçeklere…

Özellikle savaşın ilk yılı olduğu için Çanakkale’de olabildiğince iyi donatılan ve iyi beslenen;
-- hücuma kalkmadan önce, şehit düşme olasılığına karşı temiz çamaşırlarını giyip kirlilerini de çalı diplerine saklamayı düşünecek kadar titiz olan;
-- cephe şartları nedeniyle yıpranmış giysilerle gezmekten utandığından, canını koruyacak kum torbası yapılması için İstanbul'dan gönderilen çuval bezlerinden kendine giysi yapan onca Mehmetçik, gerek şehit gerekse gazi olarak böyle bir resimle simgelenmeyi asla hak etmiyor…
-- Osmanlı ordusunun hiçbir ferdi, bilinen onca yoksulluğa rağmen hiçbir zaman, böyle “mezar soyguncusu” gibi gezmedi, gezdirilmedi…
-- Herhangi bir nedenle (terhis, hava değişimi, hastalık, vs.) evine-köyüne gönderilen Mehmetçik, nokta karakollarda kontrol edilirdi. Çünkü, askerin kötü, bakımsız ve pejmürde görünmesinin sivil ahali üzerinde kötü etki yapacağı, “savaştan yılgınlık ve bıkkınlık hissi” yaratacağı biliniyordu.
-- Hatta, İstanbul, Balıkesir gibi büyük kentlerdeki hastanelere getirilen hasta ve yaralılar, gece vakti, sokaklardan el-ayak çekilince nakledilirdi… Yine, ahalinin korkuya kapılmaması için…

Şimdi… Değerli Türk havacılık tarihi araştırmacımız ve ODTÜ Havacılık Tarihi öğretim görevlisi, paşa çocuğu, mühendis Bülent Yılmazer’den benim beklediğim, tıpkı onun Murat Bardakçı’dan beklediği gibi, “sadece meslek etiklerini tanımlayan görev ve ilkeler gereği değil, aynı zamanda şahsi haysiyetinin de gereği” olarak, çıkıp ortaya, aslında istemeden alet edildiğini sandığım bu maskaralığa bir açıklık getirmesidir…

Çünkü, böyle ne idüğü belirsiz bir fotoğraf ve değil ceviz kabuğu, incir çekirdeğini bile doldurmayacak TV programlarıyla Türk askerini tahkir ve tezyif etmeye kimsenin hakkı olamaz… Emekli tuğgeneral İsmet Yılmazer'in bile...

*******

NOT: Bu uydurma fotoğraf hakkındaki bulgu ve düşüncelerimi neden aylardır sitemde yazmadığım konusunda komplo teorileri üreten birtakım zevatın bilgisine... Bu işler, arkasını çevirip bakmadan ortaya bir fotoğraf atmaya veya karşına iki kişi alıp onların kamera yabancılığından faydalanmaya benzemiyor. Bilimselliği ve ayrıntıyı önemsemeseydim ben de her hafta bir TV programı, bir gazetede hergün köşe yazısı ve 30 tane kitap yazardım... Ciddi ve ayrıntılı araştırma zaman alıyor. Geciktiğim için kusura bakmayınız...

Yetkin İŞCEN

18.10.2006

NOT: Sitemde binlerce örneği var ama, ben, yine de bilgilenmeniz ve kıyaslamanız için "Seferberlik ve Çanakkale Savaşı dönemine ait asker resimlerinden bir seçme yaptım. Bakın bakalım, bu araştırmacıların ortaya attığı ve Genelkurmay'ın da onayladığını söyledikleri tiplere benzeyen bir asker figürü var mı bu resimlerde... Hepsi, cephe yolunda, siperde, cephede ve birkaçı da düşmana esir olmuş, yani en kötü durumda olması mümkün Türk askeri resimleri... Karar sizin...

Doğu cephesinde görev yapan kayak birliği eratı, yıl 1916...

Çanakkale cephesinde siper savaşı başladıktan sonra... Yıl; 1915'in ortaları...

Çanakkale cephesine gönderilen birliklerden... Yıl; 1915'in ortaları...

Yine Çanakkale ve yine siper savaşı... Yıl; 1915 ortaları...

Çanakkale cephesinde horon tepen Karadeniz uşakları... Yıl; 1915'in başları...

Seferberlik sonrası; Filistin (solda) ve Doğu cephesine (sağda) yollanan Türk askeri... Yıl; 1914'ün son ayları...

Seferberlik ilanın sonrası askere alma sıraları... Yıl; 1914'ün son ayları... Görüldüğü gibi, mahalli kıyafetiyle askere yazılan Türk genci, cepheye de aynı kıyafetle gidiyor... Çoğu, asker elbisesini orada giyecektir...

1917'de Romanya'da (solda) ve Batı cephesinde (sağda) görev yapan Türk askeri... Yıl; 1914'ün sonları...

Ve Çanakkale'de, en kötü durumda olduğunu tahmin edeceğimiz Türk askeri: İngiliz ve Avustralyalılar'a esir düşenler... Yıl; 1915'in ikinci yarısı... Üstteki fotoğraflar, İngilizler'in elindeki Türk askeri... Alttaki ise, Avustralyalılar'ın Arıburnu'nda yol inşaatında çalıştırdıkları Türk esirleri... Hepsi farklı giysiler içinde ama, hiçbirinin giysisi paramparça değil...

ALINTI: http://www.gallipoli-1915.org/32yetkin.iscen.zibidiler.htm


2 yorum:

ErDeM dedi ki...

Merhaba Blog Yöneticisi
Blogunuzun arka planını neden siyah yaptınız bir anlam veremedim.
Lütfen renk değişikliği yapınız ve okumak için gözlerimi 4 açmayalım.

Saygılarımla.

ESAT dedi ki...

Eline koluna sağlık okurken çok keyif aldım